5 Nisan 2012 Perşembe

Odasına girdim. Kahvesinden bir yudum aldı. Okuduğu kitaptan başını kaldırıp bana baktı. Pardon, beni süzdü.

- Evet?
- Zamanınız varsa anlatacaklarım var.
- Zamanım yoksa?
- Dinletecekleriniz olmalı.
- Kimsin sen?

Durdum. Cevap vermedim.

-Otur.

Kolay bir emir.

-Anlat.

İşte zor olanı bu.

----------
Sonra uyanıyorum. Okula gidiyorum. İki gündür aynı rüyayı görüyorum ve aynı yerde kesiliyor. Sonra annemin hasta olduğu haberini aldığım ve kendiimi deli gömleği içinde başka birinin gözünden gördüğüm rüyayı görüyorum.

28 Eylül 2011 Çarşamba

Gelmeden önceki hafta, Salı günü kollarımdaydın; ne ara gittim?

Niye gittim?

Sarılsaydın da durdursaydın, gitmemi istemeseydin -istemediğin her halinden belliydi- gidemezdim belki. Kalırdım kollarında, kollarının arasında. Bekledin gitmemi. İstemedin ama bekledin. Biliyorduk ki gidecektim. Yoruldum çok.

Dudaklarını özlediğimi söylemiş miydim?

Odamı, yatağımı da özledim. Ama en çok o odadaki seni özledim ben. Bir gece de olsa, o odadaki varlığını, kokunu özledim. Gitme desen gitmek zorunda kalırdım.

Gitme diyemedin, yine gittim.

Seni çok seviyorum.

Söyle, Neyin Var?

İşler beklediğimden hızlı ilerliyor. Hızlı geçen günler, hızlı geçen dersler, hızlı okunan kitaplar, zamanında halledilen ödevler, hızlı yenilen yemekler ve diğer her şey.

Zaman hızlı ilerliyor evet, ama henüz İstanbul’a dönmeme gerçekten çok var.

Etraftakilerin tuhaf olduğu yahut bana tuhaf geldiği aşikar, ama eminim ben de onlara fazla tuhaf geliyorumdur o yüzden pek de bir sıkıntı yok.

İngilizce muafiyet sınavından aldığım 84 –BA lan, boru değil- ve bu dersten iki dönem de muaf oluşum, Radyo Kulübü’nün kısa bir süre sonra programcı seçimi için beni arayacak olması, Radyo Haber Merkezi’nin Cuma günkü ilk toplantısına katılacak olmam gibi şeyler işin eğlenceli tarafları. Şüphesi olan var mı, yok.

Sosyalleşme için herhangi bir çaba içerisinde olmamama rağmen sosyallik gelip beni buluyor, yapılacak bir şey yok. Radyo Haber Merkezi ise işin hakikaten ciddi boyutu.

Şimdi düşününce, yanlış yerde değilmişim gibi geliyor. Ama bu İstanbul'u özlediğim gerçeğini değiştirmez.


16 Eylül 2011 Cuma

Sabah olsun istemiyorum.
"arada üniversite okumak lazım, arada gitmek lazım" demişti Özgün.
"artık oralı oluyorsun" dedi birileri ya da herkes.
"Mersin yakın Ankara'ya, gelirsin" demişti Özgün ve Nilze.
"Derslerine iyi çalış, kitap okuma, ders çalış" demişti teyzem.
"Parana dikkat et" demişti annem.
"Oğluuum oy kurban olurum sana ağzını yüzünü yuğarım" demişti ablam.
***
Şimdi, bu akşam, saat 21.00 Özkaymak otobüsüyle, gidiyorum. Annemle. Annem Pazar günü geri dönecek İstanbul'a.
Bu gece son kez yatacağım bu yatağa.
Alışırsın, diyorlar; alışırım da...
Alışacak olmak zor geliyor.

28 Ağustos 2011 Pazar

Bugün ya da "Kendimi Gereksiz Hissediyorum Sendromu"

Herkes nereye gitti?
Sabah 6'da yattım, bu haftanın rutini olarak. 12 gibi annem uyandırmak niyetiyle yanıma gelinceye kadar çok acı verici bir rüya gördüm. Dün de benzerini görmüştüm. Hiç iyiye işaret değil.
Uyandım, başım korkunç ağrıyordu. Annemin fısıltıyla söylediği şeyler bile kilise çanı gibi beynimin içinde çınlayıp çınlayıp duruyor, farklı açılardan akisler yaratıyordu. Çok sinir bozucu. Kalktım yataktan evet kalkmayı başarabildim, gittim elimi yüzümü yıkadım zar zor. sonra kahvaltı adına hiçbir şey yapmayarak sadece teyzemin İspanya'dan getirdiği kocaman kupadan bir çay içebildim. Corasprin denilen orospu çocuğu şeyi de annem tepeme diktirtti bu arada.
Elime cep telefonumu aldım. A harfinden başlayarak tüm isimleri taradım. "bu şurda, evet onunla daha dün konuştuk şehirdışına çıkmış, şu çalışıyor bugün, şu karşıda ama bir arayayım -aradığınız kişiye şu an ulaşılamıyor-, dur bi de şunu arayayım -hastaymış-... Böyle böyle tekrar A'ya geri döndüm.
Abi, herkes nereye gitti ya.
Gelin birer kadeh bira içelim, lütfen.
Tamam, ramazan diye içmiyor olabilirsin; ona da varım, kahve içeriz.
Ama gelin yani, ne olacak ki...

24 Ağustos 2011 Çarşamba

BAVUL

Dibegünlük başladığında İstanbul'daki çok zor zamanlarımdan birindeydim. Annem işten ayrılmıştı, ablam üniversiteye devam ediyordu Ankara'da, babam her zamanki gibi yoktu. Yani zaten ayrılmışlardı. Şimdi düşünüyorum da, o tür zamanlarda bile kendimi hem de daha 17 yaşımdayken nasıl akıllı tutabilmişim aklım almıyor. Dibe vurmak üzereyken, dipten çıkmanın yollarını arayıp dibe mektuplar ve gülnükler yolladım ben bu blogla.
Şimdi 19'um, hatta ondokuzbuçuk ve yeni şeylerle beni karşılaştırmak üzere olan bir yolculuğun eşiğindeyim. Masamın üzerinde bir otobüs bileti;

LÜKS MERSİN TURİZM
Yolcu/Passenger: Andaç ÜZEL
Yol/Destination: MERSİN
Tarih/Date: 04/09/2011

hemen yanında harç ve öğrenci kimlik kartı dekontum. Ziraat Bankası onaylı. Kültablam, paketim, çakmağım, kola bardağım ve kalemler.
Hiçbir şey yokmuş gibi devam eden bir hayatın her şey değişmek üzereymiş gibi görünme şekli yani. Bilet oradan "gideceksin" deyip göz kırpıyor, dekont "benimle gideceğin resmileşti" diyor. Diğerleri standart.
Ablamın yüzüme bakınca gözleri doluyor, annem karşıma oturup artık tekrar başladığı sigarasından bir nefes çekip "gideriz yurt bakarız hemen hem zaten bir gün önceden oradayız" diyor, anneannem ve diğerleri "naber yolcu" diyor. Herkeste tuhaf bir neşe hakim, ya da bana öyle görünmeye çalışıyorlar.
Hazırlanması gereken bir sürü belge var. Yeni vesikalık fotoğraf isteniyor mesela, en sevmediğim şey de o. Fotoğrafçı ortamından apayrı nefret ediyorum. neyse artık halledeceğiz bir şekilde.
Finansbank'ın GO'suna başvuru yaptım, aile durumundan çıkması gerektiği düşüncesi içindeyim.
Annem yurda yerleşirken götürmemiz gereken şeyler hakkında bir liste yapacağımızı söyledi, anneme "yurda yerleşirken gelmene gerek yok zaten ikinci bir masraf yapmış oluruz sadece" dedim, ona her şekilde ihtiyacım olacağını söyledi.
***
Doğduğumda korkunç bir kar yağıyormuş İstanbul'da, Taksim/Cihangir'deki tüm yokuşlar ve merdibvenler kar ve buz kaplıymış, arabayı çalıştıramayınca babam yürüyerek gitmek zorunda kalmışlar hastaneye.
Gözlüğümü vapurun en üst katından aşağıya attığımda birbuçuk yaşımdaymışım Kadıköy'e geçerken.
Anneannemle İstiklal Caddesi'nin altını üstüne getirinceye kadarghezerdik ablamla birlikte. Sonra büyüdüm, o yollarda sarhoş dolaştım, damağımda İnci'de anneannemin ısmarladığı o ilk profiterolün tadıyla.
Göz ameliyatlarımın ilkini 40 günlükken olmuşum. Alman Hastanesi'nde.
İlk el ele tutuşmamı, ilk öpüşmemi aynı caddelerde yıllar sonra yaşayacağımı bilmeden koştum durdum o yollarda.
İstanbul2un dışı tabir edilen Beylikdüzü'ne bundan 4 sene önce taşındım. Binaların, alışveriş merkezlerinin dışında hiçbir şeyin olmadığı bu yer bana çok tuhaf gelmişti. sonra alıştım, sevdim. Daha çok sevip şakalar bile yaptım üzerinden. Şakalar yapıldı aynı mesafe yüzünden okul yolunda. Derse geç kaldığımda "Andaç'ın kafası metrobüsün kapısına sıkışmış hocam" bahanesi milyon kere yok yazılmaktan kurtardı beni. Müdür yardımcısı ismimi ezberledi günde 2 saatlik yolun ağırlığına dayanamayan vücudumun yorgunluğuna aldırmadan. Son sene staj yaptığım harbiye'deki radyoya mesai başlangıcından 2 saat sonra gitmekten başka hiçbir şey yapamadım. Hep geç kaldım. Herkes alıştı. Ben de alıştım.
***
Şimdi bir ucundan diğer ucuna maksimum 1 saatte gidebileceğim bir şehire yerleşiyorum. Trafik yok, insan kalabalığı yok, annem yok, babam zaten sadece telefonda ama o bile yok, ablam beni düşünecek odama girip, çay istemeyecek kimse benden misal.
Uzak olacağım biraz, 14 saat otobüsle. O kadar uzak.
***
Hayallere ulaşmak için bu sefer bavul toplama zamanı. Herkese sonsuz teşekkürler bu yolda destekleyen desteklemeyen herkese.
En büyük teşekkür Sedef'e, bir yıl boyunca tüm şifrelerimi güvenle emanet edebildiğim insana...
Hepinizi seviyorum.


29 Temmuz 2011 Cuma

TEKRAR BAŞLIYORUZ

Selam Dib Okuru;
Bu mektup eline ulaştığında -yani ben "kaydı yayınla butonunu tıkladığımda- bu blog tekrar başlamış olacak. ikibuçuk yaşındaki dibe günlük tekrar doğuyor. artık sadece bir günlük olarak.
o zaman;


Yazdık da ne oldu?!

İzleyiciler

Powered By Blogger